9 Ocak 2016 Cumartesi

YAŞLILIK (bölüm 2)

  Lüzumsuz hastalıklar yaz tatilinde. Hastane girişinde kimseyi öteye beriye itelemek zorunda kalmadan geçebiliyorum. Bodrum katındaki bölüm koridorunda, ne ara kaynaştıklarını hiçbir zaman anlayamadığım hasta ve hasta yakınları her gün olduğu gibi yurt gündemini tartışıyor.
  “-Herkese geçmiş olsun. Günaydın Serpil Hanım.” deyip otopark manzaralı odama geçiyorum. Pencereden dışarı baktığınızda; ayaktaysanız 06 plakalı araçların tamponlarını, oturuyorsanız ya dingili ya da ufak bir parça gökyüzü maviliğini görebildiğiniz ufacık doktor odasına girip çantamı dolaba kaldırıyor, üzerime uzun kolları yer yer kararmış beyaz önlüğümü geçiriyorum.
 
 Bir müddet sonra, hastalardan birinin monitörüne bakmak üzere odadan çıktığımda karşılaşıyorum onunla. Yaşlılıkla ilk karşılaşmam değil ancak onu gördüğümde, bir şeylerin çözülmeye başladığını hissediyorum.
  Giyile giyile bollaştığından şalvara benzemiş olan pijamasının bel lastiğinden dışarı doğru bir idrar sondası uzuyor. Sondaya ait idrar torbası sol elinde; yürümeyi yeni öğrenmiş olan çocuklar gibi ürkek, titrek ve olabildiğince dışa açılmış bacaklarıyla minik adımlar atarak yanıma yaklaşıyor. Adı kirli, kendi bembeyaz bir sakal ile kaplı, eskiden kaslı olduğu belli geniş bir çenesi var ve iki koca hamur parçası gibi sarkmış yanakları tüm duygu ifadelerini saklayabilecek birer örtü gibiler. Beyaz, ama bembeyaz saçlarının her bir teli ayrı bir köşeye uzamış ve her biri tek tek izlenebilecek kadar seyrelmiş. Gülümsemenin nasıl bir işlev olduğunu unutmuş dudak köşeleri, aşağıya doğru bir kavis almış. Gözleri geçekten de ela mı yoksa kataraktın bulanıklaştırdığı bir kahverengi mi, koridorun cılız ışığında ayırt edemiyorum. Sadece boş, bomboş baktığını söyleyebilirim, o kadar. Gitmesi gereken odayı gösteriyoruz. Yanımızdan geçerken duyulan uzunca bir pırt sesine ve ardında bıraktığı kokuya kimse gülmüyor. Oysaki bu son tepkisizliğe dek gözümde ufak bir oğlan çocuğundan farksızdı. Öyle olmadığını anladığım an fark ediyorum; o kocaman, patates çuvalına dönmüş, kambur ve hantal cüsseyi. Tüm şirinliğini yıllar yıllar öncesinde bırakmış o insan bedeni artık bu dünyaya ait değil sanki. Nasıl ki ufacık insanları, ufacık insan yavrularını suratsız hastane koridorlarına yakıştıramıyorsam, o koca cüsseyi de tüm yaşamışlıklarına, tecrübelerine ve belki geçmişte kalmış başarılarına rağmen bu dünyaya yakıştıramıyorum. Ama o, bu dünyadaki nadir şanslı insanlardan. Çünkü onu çok kıymetli bir nesneymişçesine kliniğin kapısından içeriye uğurlayan ve bu dünyaya hala yakıştıran birileri, kapının ardında, samimi bir telaş içerisinde, geri dönmesini bekliyorlar. Bu dünyaya belki de en ait olan şey; sevgi, bu dünyaya ne de çok yakışıyor. Sevgi yoksulu bir yaşlı olmaktansa, genç yaşta ölüp gitmeyi diliyorum o an.
  Bünyeme girmiş olan bu ağır duygusallık bana yakışmıyor, emanet duruyor sanki. Sahibine geri vermeli diyorum ama şimdi nerede bulacaksın onu? Etraftaki birine ait olmalı mutlaka. İşin yoksa ara, dur. Kesin hemşire hanım; gözleri ıslak ıslak duruyordu sanki. Bulaşıcı bir hastalık gibi bir şey zaten bu duygusallık. Bazen yatak döşek yatıran, bazen de ufak bir kırgınlıktan öte gitmeyen ama muhakkak belli mesafedeki zayıf bünyeli her bir kimseyi etkileyen pis bir bulaşıcı hastalık. Sahi bünyem zayıf mı o kadar? Yaşadığım onca şeye rağmen, hala ve bu yaşta. Yaşım o kadar da ileri değil, daha yolun yarısındayım. Gerçi en çok yaşlıları etkilemiyor mu bu duygusallık zehri? Karar mercisi değil midir halbuki kocamış bir bünye ve ne işi var duygusallığın o bünyede? Kanı soğuk akmalı büyük dediğinin, zihninde hararet yapmamalı. O biraz dökük, yarı kısmı beyaz saçlarla örtülü kafanın içinde geçenler ile değişen derecelerde buruşmuş dudaklardan dökülen sözcükler, önemsemediğimizi düşündüğümüz anlarda bile bilinçaltımıza işliyor. Duygusallık zehri ile kirlenen zihinlerden süzülüp gelen zehirli cümleler ile mahvetmemeli kendinden sonra gelenin hayatını. Mantıklı olmalı büyük dediğin, aklı o yıpranmış başında ve mümkünse serin olmalı. Duygusal derinliklerde yüzüp dip karanlığına sevenlerini de çekmek yerine, en yukarıda kulaç atıp deneyimleri ile aydınlığa giden yolda rehber olmalı.
  Ben nasıl yaşlanacağım acaba? Yalnız yaşamaya devam etmek istemiyorum. Yalnızlık çekeceğine kahır çek daha iyi demişti bir gün Elmas Teyze. Kahır çekmeye razıydım da o bile istemeyle olmuyormuş işte. Şimdi içimde acı dışarıda yalnızlık.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder