Telefon çaldığında hastanenin girişindeydim.
Oktay’ın sekreteri arıyordu. Ameliyat ettiği hastası gelmiş, ısrarla kendisini
görmek istiyormuş. İzinden ne zaman döneceğini soruyordu. Kendisiyle yarım saat
önce konuştuğumuzu, hala yoğun bakımda olduğunu söylediğimde ve neden zırt pırt
aradığını sorduğumda Oktay’ın durumundan haberi olmadığına, çok üzüldüğüne ve
şaşırdığına dair bir dolu laf sıralamıştı. Ben daha önce kim bilir kiminle
konuşmuşum? Öğrenmek falan istemiyordum. Oktay’a aldığım eşyaları ve cüzdanını
ağabeye verdikten sonra Onur’u bile görmeden çıktım, taksiye bindim.
Bizim araba
havaalanındaydı. Belki nereye park ettiğini bulamayacaktım ama tek tek aramaya
razıydım. Olmadı bir uçağa biner giderdim. Halihazırda yirmi gün iznim vardı. Zaten
İstanbul’a bunun için gelmemiş miydim? Artık kalmam için de bir sebep
kalmamıştı.
Taksinin arka koltuğunda, camın önüne dirseğimi
dayamış oturuyordum. “Kaçmak
çözüm değil” dedi bir ses. “Bekle de biraz konuşalım. Üstelik
her şeyi yanlış anlıyorsun.” “Artık
konuşmak istemiyorum.” Dedim. “Anlamadım?” Dedi, taksinin iri yarı, arabaya
tıkıştırılmış görünümlü şoförü. “Size
söylemedim.” Diye cevap verince koltuğuna gömüldüğünü fark ettim.
Camın dışında, yansımamın
olması gerektiği yerde Oktay’ın silueti vardı. Kafa kafaya vermiş oturuyorduk.
Yolu çevreleyen ağaçların ya da yüksek binaların gölgesinden geçerken
belirginleşiyor; güneş içeri sızdığı anda silikleşiyordu. “Gelme” dedim “artık seni bile görmek
istemiyorum.” “Hastasın
sen, bensiz yapamazsın.” Dedi
alt geçide girmeden hemen önce. Yanılıyordu.
Havaalanına girdikten sonra bir süre ne yapacağıma
karar vermeye çalıştım. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım çarkı döndüremiyordum,
kafamın içi bomboştu. Sanki bembeyaz bir ışıkla çevrelenmiş gibiydim. Aydınlık
beni düşünemez hale getirmişti. Etrafta dolanan insanlar vardı ancak teki bile
alanı dolduran eşyalardan farklıymış gibi gelmiyordu. Ben de düşünmekten
vazgeçtim. Zaten bir planım yoktu. O andan sonra da olacak değildi. Otoparka
yöneldim. Tek tek katları gezmeye başladım. Yarım saat kadar sonra ateş
kırmızısı tamponu gözüme çarptı. Anahtarı çıkardım. Kapıyı açmamla birlikte o
bildik koku burnuma doldu. Midemin bulanmasına ve sabah yediğim omletin,
içindeki maydanoz kalıntılarıyla birlikte ön lastikleri boyamasına engel
olamamıştım. Bulantı o kadar fazlaydı ki, ağlamaya başladım. Öyle hıçkırarak
falan değil ama sarsılarak. Nereden ve neden geldiğini anlayamadığım gözyaşları
ara ara öğürmelerle kesiliyor sonra yeniden akmaya devam ediyordu.
Anahtarı ön koltuğa attım, kapıyı kapattım,
otoparktan ayrıldım. Bir tuvalet bulup yüzümü yıkadım. Daha iyi hissediyordum.
Tuvaletin giriş kapısının hemen karşısında boş bir tezgah vardı. Oraya çıkıp
oturdum. Duvardaki prizlerden birine telefonumu taktım. Şarjı bitmek
üzereydi.
Seyahat acentelerinin
sitelerinde dolanmaya başladım. Kendime bir tur arıyordum. Bugün ya da yarın
çıkışlı bir seyahat bulamadım. Avrupa’nın herhangi bir yerine giden uçakların
bilet fiyatlarına baktım. Dubrovnik’te karar kılmıştım. Uçuşa sadece
birkaç saat vardı. Önce bileti sonra da yurt dışı harç pulunu alacaktım. Dış
hatların olduğu kata gitmek üzere tuvaletten çıktım.