31 Ocak 2016 Pazar

SÖZ YETMEZ













Kelimeler var tutamadığım.
Kaçak göçek,
Uçarı kelimeler.
Gitmek var örneğin.
Kopacak kadar uzaklaşmak,
Kavuşacakmışçasına yaklaşmak.
Yalnızca düşlemek kadar dokunabilmek.
Aşkı dokunmadan hissetmek.
Dönmek  var bir de.
Görecelidir dönmek.
Bir tur attıktan sonra
Bıraktığın yerde aramak kendini.
Oysa dönemez insan artık
Ne bildiğine, ne kendine.



Ankara sevilir mi?

  "Daa avriya niye giriüyon. bu araba dönmicekte mi avraya girüyon?"
  Öyle tuvalete bile arabayla gidip de Ankara'yı çok seviyorum demek olmaz. Halk otobüsüne, dolmuşuna bineceksin; bir düğününü göreceksin;  Karanfil'de yürürken kalabalıkta nereden geldiği belirsiz bir pandik yiyeceksin; buzunda kayıp düşeceksin; yazın kuru hava, kışın da ayaz yüzünden zırt pırt faranjit olacaksın, vs. O zaman Ankara sevmeye değer mi değil mi fikir yürütebilirsin.

29 Ocak 2016 Cuma

"Ölümden önce hayat var mı?" sorusuna cevabım

 Zaman değirmeninde beden ölür, ruh ya parlar ya çürür. Hayat dediğinse şu an. İster var say ister yok. Geçti bitti bile. Yeni bir an, yeni bir hayat. Bir daha ve bir daha... milyonlarca hayattan biri, bir kaçı mutlaka "var" saymaya değer olacaktır. (dayanamadım bıdı bıdı yaptım yine ;))

ÇIKMAZLAR

Dilinin ucunda kal demek duruyorken
Git diyecek kadar küskünse yüreğin,
Birbirinden kısır anılar doğuruyorsa
Yalnızlığa mahkum zavallı kaderin,
Köşeye sinmiş, ürkek bir çocuk ise
Aynaya baktığında gördüğün suretin,
Bir cesedi sürükler artık attığın her adım,
Kalan son kuvvetin.

(YA DA)

Çek git hayatımdan demek istiyorken
Kal diyecek kadar acizse dilin,
Birbirinden kötürüm günler sunuyorsa
Acımasıza ilişik zavallı kaderin,
Başı yere eğik masum bir çocuk ise
Aynaya baktığında gördüğün suretin,
Bir cesedi sürükler artık attığın her adım,
Kalan son kuvvetin.











20 Ocak 2016 Çarşamba

  Herkes ilgisi doğrultusunda okur, algısı ölçüsünde anlar. Merak ise bilinmeyene ve alışılmayana karşı uyanır. 

MERAKLI MİNİK FINDIK FARESİ

 Okumayı çok seven minik fındık faresi, kitap kokusuna, dokusuna; sayfaları çevrilirken duyulan hışırtısına bayılırmış. Öyle ki ne zaman saman kağıttan, büyük bir kitap görse çevirir kapağını, çıkar üzerine, bıyıklarını titrete titrete, minik keskin dişlerini gıcırdata gıcırdata hikayeleri okur, beğendiği bir satır olursa da koparır tadına bakarmış.

 Yine bir akşam, ev halkı uykuya daldıktan sonra, büyük salonda duran kitaplığın tozlu raflarından birinin üzerine zıplamış. Minicik tırnakları ile tahta rafı tıkırdata tıkırdata bir uçtan diğer uca seğirtmiş. İncelemeye bayıldığı kalın, kırmızı kapaklı ansiklopedinin arkasına geldiğinde ise oflaya puflaya ittirmeye başlamış. Yoğun bir çabanın sonucunda; ansiklopedi paldır küldür yere düşmüş. 

 Bembeyaz tüylü minik fare, çıkan sese ve bıyığından süzülen ter damlacıklarına aldırış etmeksizin aşağıya atlamış. Geçmiş ansiklopedinin dip tarafına, başlamış sayfaları çevirmeye. Günlerdir yemeye değecek ancak üç, beş satıra denk geldiğinden olsa gerek; karnı açlıktan gurul gurul gurulduyormuş. Yine de meraklı minik, okuyor, okuyor, okuyormuş. Bir sayfa çevirmiş, bir sayfa daha.. ve nehir gözlü, alevden kızıl tüylü, iri gagalı papağının fotoğrafını gördüğünde öylece kalakalmış. Başlamış ilgi ile papağanı incelemeye. Bir yandan "sabah olup da insanlar uyanmadan yiyecek bir şeyler bulmalıyım" diye düşünüyor ama bakışlarını, pençesi ile boynunu kaşımakta olan papağanın parlak tüylerinden bir türlü alamıyormuş. "Acaba o papağan da benim kadar okumayı seviyor mu? Seviyorsa nereden kitap buluyor? Kitap bulamıyorsa gazete mi okuyor? Sahi o balta girmeyen, devasa ağaçlarla dolu ormana gazete giriyor mu? Giriyorsa kim getiriyor? Maymunlar mı, göçmen kuşlar mı? Gelen gazetelerin zamanı geçmiş, haberler eskimiş olmuyor mu? Yoksa ormanda gazete değil de çizgi roman mı okuyorlar?" diye kendi kendine sorup durmuş. Ta ki kapının önünde öylece kendisini seyretmekte olan Yusuf Alp'i fark edene dek. Farecik bir an kaçmaya yeltendiyse de küçük çocuğun kendisine gülümsediğini görünce vazgeçmiş. Arka ayaklarının üzeride dikilerek, ufacık siyah burnu ve uzun bıyıklarını kıpırdatarak çocuğu izlemeye başlamış. Ona merhaba küçük arkadaşım demek istiyor ama konuşamadığı için sadece vikvikliyormuş. Yusuf Alp hemen mutfağa koşmuş. Buzdolabından bir parça peynir almış ve mutfağa kadar onu takip etmiş olan minik fareciğin önüne koymuş. Farecik teşekkür ederim anlamında vikviklemiş. 
  
  O günden sonra minik fare ile küçük çocuk arkadaş olmuşlar. Çocuk, anne ve babası uyur uyumaz yataktan kalkıyor, fareciğin okuması için bir kitap ve yemesi için bir kaç parça peynir alıp kitaplığın önündeki koltuğun üzerine koyuyormuş. Farecik de sabah olmadan önce, bahçeden topladığı minik çileklerden getirip, çocuğun baş ucuna bırakıyormuş. Sonra da minimicik dudaklarıyla çocuğun yanağına bir öpücük kondurup yuvasına, uyumaya gidiyormuş. 

17 Ocak 2016 Pazar

 Ben çocuk gelişimi üzerine nacizane ahkam kesiyorken; 'Oğlum, anne çok şey biliyo. Ortadan kaldırmamız lazım. ' diyen bir babamız var. 

14 Ocak 2016 Perşembe

BİTMEYEN ALARM ÇİLESİ

  Hep aynı şekilde başlayıp, aynı şekilde sonlanan, birbirinin benzeri günlerle tıka basa dolu yirmi koca yıl geçmişti. Başlarda büyük kavga meselesi olan ufak tefek sorunlar çoktan sorun olmaktan çıkmış; kimine alışılmış, kimine de kendince çözümler bulunmuştu. Aynı çatı altında yașayan iki farklı insan değillerdi artık. Önceleri huyları; uzunca bir süre sonra da mimikleri ve yüz hatları birbirine benzemeye başlamıştı.
  Kadın kendisi de horlamaya başladığından beridir kulaklarına pamuk tıkama gereği duymuyor, adam ise uzun kollu bir şeyler giymeksizin uyuyamıyordu. Artık ikisi de sabahları çaydan ziyade kahve içiyor, akşam yatmadan önce çıkardığı çorabı yatak odasının bir köşesine fırlatıyor ve de tuvalette yarım saatten fazla vakit geçiriyordu. Evin her bir tarafına saçılan kıllarla birlikte saçlar da beyazdı artık. Bir de evlerine hırsız girdiği o günden beridir adam da yıllardır kadının yapmış olduğu gibi yastığının altında bir bıçak bulunduruyordu. Ve birbirinden manasız daha bir yığın şey.
  Yine de bunca yılın ardından kadın, adamın her sabah defalarca kez erteleyip durduğu alarm sesine bir türlü alışamamıştı. Sırf bu nedenden ötürü ettikleri kavgaların sayısı ve şiddeti ölçülebilir boyutta değildi ancak adam bir türlü bu huyundan vazgeçmiyor, belki de geçemiyordu.
  Ve malum sabah geldi çattı. Kadın o gece geç saatlere kadar uyuyamamış, başındaki ağrıyı geçirmek için aldığı ilaçlar ile evde sersem sersem dolanırken mutfak dolabında bulduğu ve uykusunu getirmesi ümidiyle koca bir yudum içtiği öksürük şurubunun da etkisiyle saat
4-5 civarı sızıp kalmıştı. Her sabah olduğu gibi o sabah da adamın kurduğu alarm saat 6’da çalmaya başladı. Kadının yarı uykulu halde dürtüklemeleri sonucu adamda hafif bir kıpırdanma oldu ancak alarmın susması ile birlikte ikisi de uykusuna kaldığı yerden devam etti. 10 dakika sonra tekrar çalan alarm sesi nedeniyle kadın bu kez yerinden sıçradı ve yine uyku sersemi, adamı sarsmaya başladı. Adam ise kolunu güç bela yana doğru kaldırıp telefonun üzerine bıraktı. Bir iki yokladıktan sonra telefonu havaya doğru kaldırdığını kadın o an, belki de aldığı ilaçların etkisiyle fark etmedi çünkü hemencecik uykuya yenik düşmüştü. Alarm bu kez 6:30’a kuruldu. 

  Kadın rüya görmeye başlamıştı. Loş bir koridorda dizlerine kadar uzanan bir sis kümesinin içerisinde yürüyordu. Koridorun duvarları beyazdan griye, griden de laciverte dönmeye başladığında tavanın yerini alaca gökyüzü, koridorun ucunda göze çarpan lambanın yerini de bulutların arasından sızmaya çalışan ay ışığı aldı. Artık küllerle kaplı bir ormanın içerisinde ilerliyordu. Uzunca bir süre sonra ayağındaki postallar öyle ağırlaştı, öyle ağırlaştı ki yosun kaplı koca bir kayanın yanına vardığında olduğu yerde çakılıp kaldı. Ne kadar çabalarsa çabalasın bir türlü yerinden kıpırdamıyordu. Etraf daha bir karanlık olmuştu sanki. Her defasında olduğu gibi rüya görüyor olduğunun farkına vardı. Yine de karanlığın onu içine alıp da yok edeceği, bir daha asla nefes alamayacağı endişesinden kurtulamıyor, avazı çıktığı kadar bağırmaya çalışıyordu. Kendinin bile duymadığı sesini, kimseye duyuramayacağını anladığında bu çabasından vazgeçti. O anda tuhaf bir cisim havada süzülerek ona doğru yaklaşmaya başladı. Simsiyah, vıcık vıcık görünen bu şey kanat benzeri uzuvlarını açarak birden üzerine çullandı. Kollarını hareket ettirmeyi başaran kadın, sırt çantasının yanında bulunan bıçağı aldı ve yaratığın gövdesine sapladı. Tanıdık bir sesin feryadı ile gözlerini açtığında kocasının acılı yüz ifadesi ile karşılaştı. Adamcağızın kafası, göğsü üzerine düştüğünde geçmişten gelen bir kokunun, yıllar yıllar önce evlendikleri yıl kullanmakta olduğu parfümün kokusunun, kan kokusu ile karışmış halini duyumsamıştı. Adamın saçları çenesini gıdıklıyor, koku midesini bulandırıyor ancak bir türlü ağlayamıyordu. Gözlerini aşağı devirdiğinde adamın saçlarının ne kadar da koyu olduğunu gördü. Evlendikleri gün olduğu gibi simsiyah. O an; hala uyumaya devam ettiğini anladığı an; masanın üzerindeki kurmalı saatin var gücüyle çalmaya başladığı an yataktan sıçrayarak kalktı.
  Hava henüz aydınlanmamıştı. Telefonun alarmı çalıyor; adam ise koca cüssesi, kırış buruş suratı, yarı dökük saçları ve beyazlamış kirli sakalı ile her zaman olduğu gibi uyumaya devam ediyordu.
   Kadın yataktan doğruldu. Derin bir of ve ya sabır çekti, yastığının altında duran bıçağı aldı ve bir daha çıkarmamak üzere komodinin çekmecesinde duran kılıfına soktu.

   Yine bir gün daha, öncekilerle benzer şekilde başlıyordu. 

13 Ocak 2016 Çarşamba

ŞİİR

  Üretmek zamanı geldiğinde, dur durak dinlemeyecek kadar yoğun ve sırnaşık mısralar zapt eder geceyi. Bir şairin en perişan hallerinden kurtuluşudur bu açlık durumu. Günlerdir süren bir kalem tutukluğunun ardından, ilaç gibidir. Can katar boş kağıtlara. Kanı çekilmeye yüz tutmuş duyguları kamçılar, yürekleri ısıtır. 
  Şiir aşktan da öte bir tutkudur. Haykırmaktır maddenin özünde saklı olanları. Manaya bir beden çizmektir ve sövmektir bazen; en süslü kelimelerle sövmek, rahatlamak ve gerisini duyan düşünsün artık bencilliğidir.
   Duygulanımın çok eşliliği ve paylaşımıdır. Kendini kendinden başkalarıyla aldatmaktır defalarca ve sen sunarken duyduğun hazzı çoktan unutup gitmişken. 
   Şiir şiire dost olamaz. Şiirde tek dostluk, mısralar arasında olandır. Her yaşanan olay birbirinden ve her hissedilen duygu bir öncekinden farklı olduğu gibi, şiirler de bambaşka ve apayrıdır; bir topluluk içerisinde ve tek bir başlık altında düşünülemez. Şiire yakışan kendine özgülük ve de özgürlüktür. 

10 Ocak 2016 Pazar

İLİŞİKSİZ

Biz bu evde üç kişiyiz;
Sen, ben ve yalnızlığım.
Senin yanında seven bir kadın var,
Benim yanımda vurdumduymazlığın.

9 Ocak 2016 Cumartesi

GERÇEK

Mor değnekli,
Bir güvercin hayat.
Çerden çöpten yuvası,
Üç beş katlı binaların
Arka balkonlarında saklı..

Kırık kanadı,
Pençesi camdan.
Dokunsa da komşu hayatlara
Kıyısından, köşesinden, 
Yara almadan
Kaçamayan.
Zaten uçamayan..

Yaslanıp da rüzgara,
Tepetaklak olmadan
Açılmayan gözlerinde,
Gereğinden çok saflık..
Aldanmışlık;
Ateşinde güneşin;
Gözlerinde;
Mahmurluk var.

Mor değneğin ucunda asılı 
Denizlerde yüzer gümüşi balıklar.
Dudaklarında;
Tek heceli şiirler..
Kuyruklarına tutunmuş,
Gökkuşağı renkli çocuklar.

Mor değneğin ucunda asılı,
Sahip olunamayan hayaller.
Bir ucunda hayaller,
Diğerinde hayat var.

REST

 Oradan normal görünmediğimi biliyorum. Peki, kabul. Düzelmek için birşeyler yapacağım; ilaç vs. ne gerekirse. Ama önce normal olan biriniz geçsin karşıma da şu normal olmak ne imiş bir göreyim. Ve hatta görelim. Çünkü benim çevremde yalnızca tuhaf insanlar var. En kalıp dışı eylemleri mutlu görünmek adına yaptıkları. O pek çok normallerinizin kalıplardan taşan ayıplarının yanında bizlerin zamansız çığlıklarının, yersiz gülüşlerinin ne zararı olabilir?
 Bu kadar mı gösterecekleriniz? Yalancısınız hepiniz. Hayatınız bir oyun. Sizlere daha çocukken ezberlettikleri rolleri sergiliyorsunuz. Bırakın da bari biz içimizden geldiği gibi olalım. İçimizden geldiği gibi doğal, içimizden geldiği kadar mutlu. Sizler boğazınıza kadar battığınız hırs çukurunda çırpınmaya devam edin. Bizi o çukura çekme çabalarınız sizi oradan kurtarmayacaktır. Vazgeçtim. İstemiyorum sizin öğretilerinizi, telkinlerinizi, ilaçlarınızı. Beni benimle baş başa bırakın. Biz asıl böyle iyiyiz.

AKIYOR ZAMAN


Ruhunda telaş, sırtında bir yük zaman;
Ömür adlı koca bedende, 
Birer yaradır boş geçen her an.
Pişmanlık duyacak kadar geç olmadan
Yap, üşenip de yapamadıklarını, 
Yaşa, türlü bahanelerle kaçırdıklarını.

Sanma aldığın soluğun kesilmez ardı,
Sen de geçicisin her gelen gibi.
Ölüm rüyada gösterip bir ucundan kendini
Bucağını esirgemez her zaman.
Ayrılık günü gelmeden bu dünyadan
Yap, üşenip de yapamadıklarını,
Yaşa, türlü bahanelerle kaçırdıklarını..

SONSUZ AŞK

Ne dost, ne düşmandım
Kaçıyorken geçmişten
Kimsesiz kaldım. 
Ön koşulsuz sevdim seni
Dermeçatma.. 
Kalbin;

Her an yıkılabileceğine inandığım,

Geçici bir sığınak
Bir gece ansızın,
Bir adım önümde kurulan.


Şefkat örülü duvarları,
Çatısı camdan.
Geceleri yıldızların 
Titrek ışıklarıyla aydınlanan.
Odaları çocukluğum,
Bahçesi gençliğim kokan.
Yaşlılığımı ektim 
Saksılarına sonradan
Kalbin
Artık benim yuvam

YAŞLANANIN GÖZÜNDEN (bölüm 5)

 Beden ölmeden umutların tükenmesi diye bir şey olası değildi. Hatta ölümün ardını bile hayal ediyor, ruhun ölümsüzlüğüne sığınıyorduk dünyada attığımız her titrek adımda. Ölüm kaçınılmaz sondu. Olması gerekendi. Öyle ya da böyle gelecekti, ondan kaçış yoktu. Kutuplarda buza saplanıp kalmış bir gemi kaptanının cesareti kadardı yaşam bataklığındaki son çırpınışlarımız. Az biraz sonra ölmemeye kararlı ancak bir o kadar da yorgun, yılgın ve de donuk.
 Doğduğumuz gün edindiğimiz sonsuzmuş gibi görünenen enerjiden birkaç soluk alımlık kalmıştı. Ve o soluk bile ancak ayakta durmaya yetiyordu. Ayakta durmak denirse buna ya işte; olduğu kadar. Hayatın kalanı puslu, hastalıklar devasa, sorunlar çözümsüzdü. Bir kabusun çıkmaz sokağındaydık sanki; dönüp dolanıp da yorgun argın geldiğimiz nokta başlangıç noktamızdı.
  Korkmuştuk yaşlanmaktan, en az ölümden korktuğumuz kadar. Ancak buraya kadardı. Korkulan gün gelmiş, çatmıştı. Önce en kıymetlim, sonra da ben. Yaşlılıktan korkmakla geçen koca bir gençlik dönemi sonrası işte buradaydım. Bu ucu karanlık koridorda, tedavi olmayı bekleyen hastalardan biri. Çare bir adım önümdeymiş gibi görünüyor ancak aldığım her soluk beni üç beş adım geriye götürüyor, uzaklaştırıyordu. Etrafımdaki gencecik gözlerin sabırsız bakışlarını üzerimde hissediyordum. “Hadi be amca akşama kadar seni mi bekleyeceğiz, geç artık şu odaya!” bakışlarıydı bunlar. Gülünç olan şu ki; çişimin geldiğini bile hissedemeyen ben, nasıl da insanların beklentilerine karşı bu kadar duyarlı olabiliyordum. Sabırsızca gelişimin beklendiği koridorlar geçmişimin yosunlu duvarları ardında kalmıştı. Dün gibi yakın, sonsuzluk kadar uzak. Zihnimin her bir köşesi bu güzel anılarla doluydu.
  Evliliğimizin ilk yıllarıydı. Minik oğlumuz asansörün sesini duyar, kapıyı açıp sabırsızca yolumu gözlerdi. Asansörün kapısı açılır açılmaz mis gibi yemek kokuları dolardı burnuma.
  Derin bir nefes alıyorum aynı kokuyu duymanın ümidiyle, keskin bir ilaç kokusu burnumu sızlatıyor, vazgeçiyorum. Bir, iki saniye sürüyor soluksuz direnişim. Yaşamın gerekli kıldığı her gülünç alışkanlık gibi bu da bedenin ölüme meydan okuyuşu. Vazgeçtim demeyle geçilemiyor yaşamdan. Ölümün kaçınılmazlığından da kaçınılmaz yaşamın sürekliliği. Bu çürümüş bedene sıkışıp kalmış engin bir ruh; sabırsız ölümle kucaklaşmak için. Üstelik henüz ölmeden çürümüş olan bedenin, yaşam arzusuna inat.
  Anılarım da tüm bu itici koşullara rağmen taptaze karşımda duruyor. Sahnemde artık serum askıları, soluk renkli monitörler ve damgalı nevresimlerle kaplı yatak örtüleri yok. Dev bir hortum hepsini hastanenin tavanı ile birlikte içine alarak göğe yükseliyor. Etrafımızı saran duvarlarla birlikte, tüm o önlüklüler çetesi saydamlaşıyor. Titrek elimin içerisinde sıcacık avcunu hissediyorum sevdiğimin. Hatırladığım son hali gibi değil. Damarların, kemikler ile görünme yarışına girmediği zamanlardan kalma bir anı. Mevsim sonbahar. Yapraklar renkten renge giriyor, yanıyor kimisi; alev alev. Attığımız adımlara komşu minik fareler arkalarında çıtırtılar bırakarak yer örtüsünün altına, ikinci bir dünyaya doğru kaçışıyorlar. Göl ile aramızda yükselen sazlıklar su kuşlarının yuvası. Yuvamızdan uzaklaşmak, soluklanmak demek o zamanlar bizim için. Biraz olsun mola vermek hayata; nefes almak, huzur bulmak. Aslında ne kadar da sıkıntısız olduğumuzun farkında olmadığımız zamanlar. Sağlıklı, güçlü ve mutlu olduğumuz… Tek derdimiz biraz daha fazla para kazanmak, geleceğe yatırım yapmak. Çünkü geleceğe taşınan tek şeyin para olduğunu sanıyor ve en çok parayı tüketirken endişe duyuyoruz. Kavgalarımız şiddetli, egolarımız ezeli düşman. Anın paha biçilmezliğinin farkında değiliz. Değersiz gündelik uğraşılar karşılığında harcayıp duruyoruz. Oysa o anı anılarda değil de gerçekte yaşamak uğruna, kalan ömrümün tamamını (geriye ne kaldıysa) vermeye hazırım. Olmuyor.

    “Hadi amcacığım.” diyerek bir el nazikçe kolumdan tutup yatağıma oturmama yardımcı oluyor ve bu temas beni yeniden antibiyotik kokan, bana ait olmayan kırık dökük bedene hapsediyor.

UMUT

Umut; beklemek, beklemeyi bilmek, beklerken sabredebilmektir. Umut, hayal değil yaşamın ta kendisidir. Geleceği bugüne saklayabilmektir. Umut; kimine göre bir lokma ekmek, kimine göre ise çoğunun tadına dahi bakamayacağını bildiği yiyeceklerle tıka basa dolu bir sofrada ziyafettir.


Bir el arar insan ömür boyu. 
Uzansın ister topraktan, 
Ve bağlasın bedenini, 
Toprağa. 
Sıcacık, 
Bir dost eli.. 
Ya da bir kalp, 
Kendi için atan yalnızca; 
Tertemiz, apaydınlık.. 
Özün karanlığına, 
Ve inat karamsarlığına, 
Zihninin. 
Yıkasın ister gökkuşağı, 
Gecelerin zifirini 
Bir de gündüzlerin 
Solgun, 
Sonbahar güneşini. 
Ve bir ses; 
En yumuşak tondan.. 
İnadına, 
En tiz notalarına ömrün. 
Dönen dünyaya 
Ve inat başına 
Soluklanmak en durağan sularında 
Şefkatin 
Ve anne sıcaklığında 
Aşkın..
Tek heceye sığmayan,
Yoğun duygulanımına
Ve inat dünyanın karamsar,
Kötümser maddeselliğine..
İnat çürümeye mahkum,
Soğuk bedenlerin;
Ruhunu,
Ruh ile sarmalamak.



İnatçı gidişlerim var benim, öyle dümdüz.
Dert yok, tasa yok.
Omuzlarım üzerinde çocuk kafam,
Omuzlarım üzerinde sırf neşe.
Annemin seslenişlerinde hep bir telaş,
Karışır gülüşlerime.

  Artık güzel, çirkin; doğru, yanlış her şey göz önünde. Dünya avucumuzun içinde. Olaylardan haberdarız ancak hiçbir şey yapamadan, elimiz kolumuz bağlı öylece kalakalıyoruz. Gözyaşlarımız başkasının ilacı değil. Sadece vicdanlarımızı yıkayıp parlatıyoruz. Neyse ki dünya tek değil. Neyse ki insan, insanın adaletine muhtaç değil. Haklıyı ve haksızı kusursuzca ayırt eden, tüm canlılardan üstün olan Yaradan var ve hak, eninde sonunda yerini bulacak. Önce incitmemek sonra incinmemek dileğiyle. Allah tüm iyileri, kötülerden korusun.

İZSİZLERİN ANISINA

Suyun izi kalır mı?
Kalıyor işte.
Son nefesini,
Dalgalara üfleyene sor.
Öyle bir kalır ki
Şaşarsın!
Utanırsın;
Soluduğundan tertemiz havayı.

Yanağına sor;
Ağlayışlarının yıkadığı.
Başını taşıyan,
Yumuşacık yastığına.
Utanırsın;
Uyuduğundan sıcacık yatağında.

Torağa sor.
Akıp giden;
Suya karışıp,
Sel olan.
İnsana sor;
Bilemez.
Kalmaz der;
Kalır mı hiç!

ÇÖZÜMSÜZÜZ

Derdim;
Derdimiz.
Derdimiz ortak.
Derdim, insanın kötülüğü.
Mutluluğu aramak kolay.
Zor olan, mutsuzluğa çare olmak.
Çözüm;
?
Anlayışsızız..
Hoşgörüsüzüz..
Benciliz..
Bence bitmişiz.
Sonumuz;
İlkimiz.
Sonumuz;
Toprak.
Sonumuz;
Cennet/cehennem..
Hayat;
?

İYİ MİYİM?

-Canım benim, nasılsın?
-Eh işte aynı, bildiğin gibi. Oysa bildiği bir şey yok. Nasıl bilebilir! İnsan en sevdiğinin bile acısını ancak paylaşabilir. Ufacık bir pay alır kendine, sonra ondan dokunaklı bir maske yapar ve yüzüne takar. Üzüntü, dert öyle dışarıdan ölçülür, biçilir bir şey değil ki tartabilesin. Tartıp da bölüşebilesin. “Şu kadarı senin olsun, bu kadarı da bende kalsın.” “Benim gücüm bu kadarına yetiyor işte, sıkma canımı da al şunu!”, diyesin. Ama olmuyor işte.
Aslında hepimiz anlatabildiğimiz ölçüde iyiyiz. Anlaşılsın, anlaşılmasın.. Önemi var mı?

PAPAZIN BAĞI



-Bir masada yalnız oturuyorsan ve bir semaver de yoksa gözler ve zihin özgürdür.- Bağın Papazı


 Karşı masada bir çift oturuyor. Adam kırklı yaşlarda, yüzünü görebiliyorum. Kadının ise bana arkası dönük. Kadın nereye bakıyor, nasıl bakıyor bilmiyorum ama adam gözlerini kadının üzerinden bir an çekse önünde duran kül tablasından başka bir yere bakmıyor. Aferin ona! Ben mi? Dedim ya, ben özgürüm.
 

 Bir alt rampada kurulu komşu masanın çevresine ise bir grup genç yaklaşıyor. Güle oynaya bir uğraş başlıyor sonra. Ellerinde kırmızı renkli balonlar. Şiştiğinde kalp şeklini alan, tek görevi masanın çevresindeki ağaçların dallarını süslemek olan balonlar. Yerlere gelişigüzel yerleştirdikleri kırmızı mumları yakıyor içlerinden biri. Çakmağı çaktığı anda hafif bir rüzgar esiyor; evrensel kümemizi yalayıp geçen, her birimizi istemsizce kıpırdatan, o ilk alevi söndüren, oyunbozan rüzgar.

Dertli, dertsiz bir arada
Oturmuşuz ulu çınarın yapraktan kanatları altında.
Kaderlerimizin kesişim kümesinde
Üç plastik masa, üç küllük, üç kase küp şeker
Dumanı tüten bilmem kaç bardak demli çay
İzdüşümüyle oynaşıp duran bilmem kaç adet bacak
  
 Ortamın yeni tablosu ile uyumlu kızıllıkta saçları olan, uzun boylu güzelce bir kız; bir elinde muazzam gül buketi, diğer eli sevgilisinin beline dolanmış ve başı deri ceketin geniş omzuna yaslanmış şekilde yapılan hazırlığı izliyor. O sırada bir kolu kızıl saçlı sevgilisinin omzuna bir nevi abanmış deri ceketli oğlan, belli ki diğer eliyle kulağına dayadığı telefondan gelen talimat üzerine; “geliyorlarmış” diyor. Ayrıntıya girmeyeceğim. Genç mi genç çiftimiz (artık biz olmamız için yeterli sebep var bence) gelir. Mumların arasından geçer. Gül buketi çiftimize uzatılır. Cep telefonundan romantik bir müzik açılır. Kalabalık dağılır. Plastik masanın etrafındaki plastik sandalyelere oturulur. Oğlan cebinden çıkardığı klişeyi masanın diğer ucundan kıza sunar. Kız mutluymuş gibi yapar ama pek de uçuyormuş gibi görünmez. Çünkü büyük olasılıkla o sırada, yan üst rampadaki masada oturan, hayatın şiir mi yoksa matematik mi olduğuna karar vermeye çalışan kadının görünürde dik, aslında boş bakışlarından acayip rahatsız olmuştur. Ya da tüm komşu masaların efendilerinin görgüsüz sırıtışlarından, kim bilir?
  
  Bu arada unutmadan; karşı masadaki adam ilk kez gözünü kendi kümesinin dışına odaklamış, olanları izlemektedir.

  Hayatı bilmem ama patlıcanlı gözleme olsa olsa çok değerli bir denklem olabilir. Beyaz yemenili tombul teyze de papazın matematikçisi.

AYRILIK (bölüm 4)

  Düşünceliyim; bu kez her zamankinden biraz daha fazla. Dağılmıyor dış dünya ile aramdaki sis perdesi. Yaptığım hiçbir şeye odaklanamıyorum. Aklımda, fikrimde varsa yoksa sen. Ne çok sen var etrafta. Bir tanesi karşıda, yaya geçidi başlangıcındaki trafik lambasının yanı başına üşüşmüş olan kalabalığın arasında, elinde kitaplar; bu tarafa geçmeyi bekliyor. Diğeri sağ şeritte, park halinde bekleyen taksinin şoför koltuğuna oturmuş; yan aynasından kaldırımdaki mini etekli bayanı süzüyor. Sinirleniyorum. Kafamı kaldırıyorum ve önümden hızlıca geçmekte olan otobüsün içerisinde ayakta bekleyen sen ile göz göze geliyoruz; ürperiyorum. Arkada, ikindi güneşinin altında, piyango bileti satmak için tezgahın başında bekleyen bir sen var örneğin; üzülüyorum onun için.

   “
En yakınım dediğin bir günde el olur.” demişti Elmas Teyze, “dikkat et kızım!” Önemsemedim. Kalıplaşmış sorunlar için üretilen kalıplaşmış çözümlerden birisi deyip geçtim. Ne demek ki dikkat etmek? Dikkat edip de ne yapacaktım. Sevdiğine el gözüyle bakabilir mi insan, ya da yabancı olarak gördüğünü sevebilir mi? Sevgi, gelebilecek tehlikelerden nasıl korunur ya da yüreğini başkasına verdiğin bir bedenin önemi kalır mı ki onu tehlikelerden korumaya gerek olsun? Sevmemek lazım ya da az sevmek belki de. Acıyor her bir hücrem, zihnim sen ile senli düşüncelerle meşgul. Dikkat etseydim de ne olacaktı sanki. Daha az sevebilecek miydim seni ya da az sevdiğim biri ile geçirdiğim anlar acı vermeyecek miydi, yük olmayacak mıydı bu kez? Belki de o, bizi benden daha açık görmüştü, olmayan bizi. Hiçbir zaman biz olamayacak sen ile beni ki beni senden korumaya mecbur hissetmişti kendini. Hava ne kadar da ağır, sıcak çökmüş cam tavanlı otobüs durağının yarı gölgesine. İnsanlar, kalabalık. Önemsiz insanlar kalabalığı. Hiç biri aslında sen olmayan, onlarca, yüzlerce insanla aynı havayı solumak, tüketmek; tüketmek paylaşılmayan anları sırt sırta, yüz yüze, yan yana. Sen şimdi el mi oldun? O etrafta gördüğüm senlerin hepsi aslında yabancı mı? Dayanamam, dayanamıyorum, yapamıyorum bu yabancı etten bedenler havuzunda bir başıma. Ah sesini duyabilsem, bir iki cümle etsen bile yeter; eskisi gibi candan, ruhuma dokunabilecek, yaraları saracak, acımı hafifletebilecek bir iki cümle. Sen el olup gittin, ruhumu çekip kopardın ama bu bedeni ayakta tutabilecek tek bir nefeslik umut bile bırakmadan gittin. Oysa bırakması gereken bendim. O gün, o telefonundaki mesajı gördüğüm anda hissettiğim mide bulantısı ve kramplar ruhumun bedenime yeniden girme çabasıydı. Kalbimin eski yerinde atma çabası. Anlayamadım. Üzüldüm sandım. Hayal kırıklığına uğradım sandım. Bu bir hastalıktı ve hastalıklar iyileştirilebilirdi. İlacım tabi ki de sendin, senin gerçek hislerindi. Öylesine sığ olaylar biz olmamızın önüne geçebilir miydi hiç. Senin suçun yok biliyorum. Suçlu olan zaman. Zaman uzadıkça zamana yayılan hisler, genleşip silikleşiyor. Gözümüz göremez hale gelecek kadar yassılaştığında koptu sanıyoruz, bizi birbirimize bağlayan bir bağ yok artık sanıyoruz ama hayır. orada işte orada duruyor, olanca gücüyle beni sana yakınlaştırmaya çalışıyor, hissedebiliyorum. Sen de böyle hissediyor olmalısın sadece bir yanlış anlaşılma, o kadar. Ah bu sıcak, bu toz ve yabancı ter kokusu. Yabancı tenlerde eriyip ekşimiş ucuz parfüm kokusu, kokuları. Karışmış birbirine; bir köşede gizlice, sinsice, bencilce ölüp gitmiş bir sıçan leşi gibi koyun koyuna bedenler. Yorgun insan vücutları, güneşin altında, yorgun ruhları taşıyan çürümüş yabancı vücutlar topluluğu. Bir durak dolusu el oğlu, el kızı... otobüs geliyor. İtiş kakış birbirinden habersiz zamane insanları, doluşuyoruz otobüsün içine. Her bir beden, sıcağında eriyeceği boş bir koltuk arayışında. Koltuksevdalılarıgillerdeniz artık her birimiz. Dirsek darbeleri ile kazandığımız koltuklar kendimizin. Bizler uzak ülkelerden hatta gezegenlerden gelip de bir parça soluklanmak üzere hayat akışına ara vermiş yaratıklarız. Yaratandan ötürü sevmeyi unutup yaratılandan kendi çıkarları doğrultusunda nefret etmişlerdeniz. Çantalarımızda dün ve bugünümüz; ayaklarımızda terli çoraplar, yarın bir nefes daha fazladan yaşamak uğruna bugünü feda edenleriz. Acılarımız gerçek, gülüşlerimiz bozuk, dişlerimiz ve düşlerimiz gibi. Zaman yolcularıyız. Geçmişten geldik hepimiz, geleceğe gidiyoruz. Son durak yok sadece bir sonraki durak var bizi bekleyen. Otobüs döner durur aynı çemberde; içinde aynı döngüyü yaşayan insanlar. Karamsarlık acı. Ruhumu kirleten. Ve sen, senli rüyalar görmek bile yeter bana artık dönme... diyemiyorum. Dönme diyebilmeyi ne çok isterdim ama olmuyor. Geçmişe atılmış imzalar, yaşamışlıklar ve ilişkimize vurulan ilk darbeye etken o mesaj. önemi yok artık. Unutamasam da sildim gitti. Ne olur sen de sil artık aramızdaki boşluğu. Sil de karanlığa bürünsün boşluk. Karanlığı aydınlığa da çeviririz biz. Sen, ben biz olabiliriz yeniden. Göğü karartan umutsuzluk bulutlarına rağmen sabrettim, bekledim, bekliyorum. Bekliyordum. Artık sabredemiyorum. Öfke. Tek hissettiğim bu . Herkesten nefret ediyorum.

    Tüm telefonlar sussun, sesler, müzikler hayatin ahengi, rengi. Bozuğa çalsın artık pembeler kızıllar. Off! Koca şehrin koca göbekli yaratıkları; yesin dünyayı, renkleri, cisimleri. Sesler doyuramaz kulak mememesi ense yağına gömülü yaratıkların aç bünyelerini. Sofralar kurulsun, yakın tüm yoksulları, közünde kuzular dönsün. Doyurun karınlarınızı et ile ot ile var ile. Doyurun aç gözlerinizi; akıttığınız salyaların hatırına serilsin dünya malı, fakir malı, zengin ayağının altına.

 
 Müsaade edin ey insanlar durakta inecek var.

   Ezilsin taşlar, kaldırımlar kaldırım taşları ve otoyol asfaltının karası ayağımın altında. Elimin izinde kaybolup silinmiş, geçmişte dokunmuş elinin izine karışsın; havaya savrulan toz, is ve egzoz dumanı.

DUYGUSAL ŞİDDET

   Babasından ilk tokatını yemiş çocuğunki gibi bozuldu algı dünyam. Sevgi ile nefretin koca bir cüssede karışıp, ortaya çıkardığı öfkenin baskısından tarumar oluş; pis bir hal. Annemin sütü çekilmiş memelerinden medet umarcasına sarıldım boş sigara paketine ve kül tablasında kalan izmaritlerden aldığım birer nefes, pörsümüş memelerden zoraki akan bir damla ekşi süt kadar çare oldu derdime.......
.......
   Uyku dağına tırmanmaya çalışırken, bin bir katman olmuş dert tomarı yolumu keser, bu dünyadan kopmama izin vermez böylesi gecelerde. Ta ki bedenim tir tir titreyecek kadar zayıf düşüp de ilk kabus öncesi (ki kısa sürede içine düşerim o kabusun); gözlerim kendiliğinden kapanana dek. Oysa ne zor olmalı sevdiğinden nefret etmek, nefret ettiğini sevebilmek. Belki de zaman soytarı. Erişilebilirlikler çağında, çokluğun açlığı yaşanan. Yürekler her duyguya aşina, geçişler süratli. Kah ödlek, kah cesaretli..

YAŞLILIK (bölüm 2)

  Lüzumsuz hastalıklar yaz tatilinde. Hastane girişinde kimseyi öteye beriye itelemek zorunda kalmadan geçebiliyorum. Bodrum katındaki bölüm koridorunda, ne ara kaynaştıklarını hiçbir zaman anlayamadığım hasta ve hasta yakınları her gün olduğu gibi yurt gündemini tartışıyor.
  “-Herkese geçmiş olsun. Günaydın Serpil Hanım.” deyip otopark manzaralı odama geçiyorum. Pencereden dışarı baktığınızda; ayaktaysanız 06 plakalı araçların tamponlarını, oturuyorsanız ya dingili ya da ufak bir parça gökyüzü maviliğini görebildiğiniz ufacık doktor odasına girip çantamı dolaba kaldırıyor, üzerime uzun kolları yer yer kararmış beyaz önlüğümü geçiriyorum.
 
 Bir müddet sonra, hastalardan birinin monitörüne bakmak üzere odadan çıktığımda karşılaşıyorum onunla. Yaşlılıkla ilk karşılaşmam değil ancak onu gördüğümde, bir şeylerin çözülmeye başladığını hissediyorum.
  Giyile giyile bollaştığından şalvara benzemiş olan pijamasının bel lastiğinden dışarı doğru bir idrar sondası uzuyor. Sondaya ait idrar torbası sol elinde; yürümeyi yeni öğrenmiş olan çocuklar gibi ürkek, titrek ve olabildiğince dışa açılmış bacaklarıyla minik adımlar atarak yanıma yaklaşıyor. Adı kirli, kendi bembeyaz bir sakal ile kaplı, eskiden kaslı olduğu belli geniş bir çenesi var ve iki koca hamur parçası gibi sarkmış yanakları tüm duygu ifadelerini saklayabilecek birer örtü gibiler. Beyaz, ama bembeyaz saçlarının her bir teli ayrı bir köşeye uzamış ve her biri tek tek izlenebilecek kadar seyrelmiş. Gülümsemenin nasıl bir işlev olduğunu unutmuş dudak köşeleri, aşağıya doğru bir kavis almış. Gözleri geçekten de ela mı yoksa kataraktın bulanıklaştırdığı bir kahverengi mi, koridorun cılız ışığında ayırt edemiyorum. Sadece boş, bomboş baktığını söyleyebilirim, o kadar. Gitmesi gereken odayı gösteriyoruz. Yanımızdan geçerken duyulan uzunca bir pırt sesine ve ardında bıraktığı kokuya kimse gülmüyor. Oysaki bu son tepkisizliğe dek gözümde ufak bir oğlan çocuğundan farksızdı. Öyle olmadığını anladığım an fark ediyorum; o kocaman, patates çuvalına dönmüş, kambur ve hantal cüsseyi. Tüm şirinliğini yıllar yıllar öncesinde bırakmış o insan bedeni artık bu dünyaya ait değil sanki. Nasıl ki ufacık insanları, ufacık insan yavrularını suratsız hastane koridorlarına yakıştıramıyorsam, o koca cüsseyi de tüm yaşamışlıklarına, tecrübelerine ve belki geçmişte kalmış başarılarına rağmen bu dünyaya yakıştıramıyorum. Ama o, bu dünyadaki nadir şanslı insanlardan. Çünkü onu çok kıymetli bir nesneymişçesine kliniğin kapısından içeriye uğurlayan ve bu dünyaya hala yakıştıran birileri, kapının ardında, samimi bir telaş içerisinde, geri dönmesini bekliyorlar. Bu dünyaya belki de en ait olan şey; sevgi, bu dünyaya ne de çok yakışıyor. Sevgi yoksulu bir yaşlı olmaktansa, genç yaşta ölüp gitmeyi diliyorum o an.
  Bünyeme girmiş olan bu ağır duygusallık bana yakışmıyor, emanet duruyor sanki. Sahibine geri vermeli diyorum ama şimdi nerede bulacaksın onu? Etraftaki birine ait olmalı mutlaka. İşin yoksa ara, dur. Kesin hemşire hanım; gözleri ıslak ıslak duruyordu sanki. Bulaşıcı bir hastalık gibi bir şey zaten bu duygusallık. Bazen yatak döşek yatıran, bazen de ufak bir kırgınlıktan öte gitmeyen ama muhakkak belli mesafedeki zayıf bünyeli her bir kimseyi etkileyen pis bir bulaşıcı hastalık. Sahi bünyem zayıf mı o kadar? Yaşadığım onca şeye rağmen, hala ve bu yaşta. Yaşım o kadar da ileri değil, daha yolun yarısındayım. Gerçi en çok yaşlıları etkilemiyor mu bu duygusallık zehri? Karar mercisi değil midir halbuki kocamış bir bünye ve ne işi var duygusallığın o bünyede? Kanı soğuk akmalı büyük dediğinin, zihninde hararet yapmamalı. O biraz dökük, yarı kısmı beyaz saçlarla örtülü kafanın içinde geçenler ile değişen derecelerde buruşmuş dudaklardan dökülen sözcükler, önemsemediğimizi düşündüğümüz anlarda bile bilinçaltımıza işliyor. Duygusallık zehri ile kirlenen zihinlerden süzülüp gelen zehirli cümleler ile mahvetmemeli kendinden sonra gelenin hayatını. Mantıklı olmalı büyük dediğin, aklı o yıpranmış başında ve mümkünse serin olmalı. Duygusal derinliklerde yüzüp dip karanlığına sevenlerini de çekmek yerine, en yukarıda kulaç atıp deneyimleri ile aydınlığa giden yolda rehber olmalı.
  Ben nasıl yaşlanacağım acaba? Yalnız yaşamaya devam etmek istemiyorum. Yalnızlık çekeceğine kahır çek daha iyi demişti bir gün Elmas Teyze. Kahır çekmeye razıydım da o bile istemeyle olmuyormuş işte. Şimdi içimde acı dışarıda yalnızlık.

YALNIZLIK (bölüm 1)

  Telefonun alarm melodisi ikinci tekrara geçtiğinde arabanın açık olan camından içeriye girmeye çalışan Fransız’ın burnunu ısırıyordum; kopmak üzereydi. Üçüncü tekrarında hala Fransa’dayım, kan ter içinde bir tuvalet arıyorum ve köprü parmaklığının son bulduğu noktada bir katedral yükseliyor; içeri giriyorum. Gördüğüm her insana evrensel rüya dili ile tuvalet nerede diyorum ancak herkes arka sıralarda bornozla oturan gençleri azarlayan papazı izliyor. Cevap alamıyorum. Birden etraflıca bir loşluk yayılıyor havaya. Düş dünyası karanlığa bürünüyor veele avuca gelen ancak sığmayan gerçek dünya aydınlanmaya başlıyor. Gözlerimi açıp da yatakta doğrulmadan hemen önce nerede olduğumu anımsamaya çalışıyorum. Acaba günlerden hangi lüzumsuzu, yersizi ve takvimde öyle gri gri vaktinin gelmesini bekleyeni?Saatin önemi var mı, yoksa zamansız çalan o hafta sonu alarmlarından biri mi beni uyandıran? Ve biraz daha aydınlık; teras katında, yatak odasının açık duran penceresinden yoğun bir ışık huzmesi tuvalet masasının yanında, dik duran ferforje çerçeveli aynaya çarpıyor, oradan da yukarıya yöneliyor. Tavana yayılmış milyonlarca minik kum taneciğinin devasa gölgesi birbirine karışıp, yollarına çıkan boya çatlaklarına doluyor. Hava kuru; dilim, damağım ve içeride başka ne varsa kupkuru.
  Her bir iplik tanesi sıcağın etkisiyle, yakıcı birer diken parçasına dönmüş olan halılara basarak mutfağa, oradan da duş almak üzere banyoya giriyorum. Metal kablolu duş hortumu kırılmış, o da kırılsın. Hatta beter olsun hayatımdaki diğer önemsiz şeylerin birçoğu gibi. Saçlarımı köpürtmeye koyuluyorum. Kırıldığında son derece saldırgan bir sivriliğe bürünmüş olan zırh, içerisinde uzanan savunmasız plastik hortumu delmiş; ömrünün belki büyük bir kısmını birlikte geçirdiği diğer yarısına, kendi yarası ile saldırmıştı. Ne insansı bir zorbalık! Açılan delikten fırlayan ince suşeridi ise yıllar süren tutsaklığından kaçıyormuşçasına telaşlı; önce bacağıma çarpıyor, oradan da darmadağın bir halde küvete akıyordu. Belki de günlerdir devam eden bu olaya pek de aldırış etmiyorum. Çabucak yüzümü kaplamış olan köpük bulutundan kurtulmak, gözlerimi yeniden açmak istiyorum. Kendimi bildim bileli korkar, nefret ederim karanlıktan. Karanlık, hiçlikte yaşamaya çalışmaktan bile beter. Çünkü karanlık canlıdır; nefes alır, anlaşılmaz sesler çıkarır ve koyuluğunu idame ettirmek için cesaretimle beslenir. Bunun sonunu getireceğini bilmez karanlık. Aptaldır. Ve öyle kolay, öyle çabuk olur ki cesaretimin tükenişi ve öyle kısadır ki karanlığın ömrü. Göz açıncaya kadar geçer, biter. Gözlerimi yeniden kapatıp, kulaklarımı tıkayarak su damlacıklarının hızla kafama çarpışının içeride oluşturduğu uğultuyu dinliyorum. O uğultu her seferinde zihnimi yoran düşünce savaşlarını yok eder ve karmaşanın yerini tatlı bir sessizlik alır. Ancak kısacık bir süre sonra yoğun bir korku ve endişe duyarak gözlerimi yeniden şekilden şekle, renkten renge bürünen aydınlığa açıyorum, ölüyor karanlık.

   Duş vanasını kapatıp, giyinmek üzere yatak odasına geçiyorum. Sıcağı dayanılır kılacak tek şey havanın kuru olmasıyken, banyo kapısından içeri dağılan buhar nedeniyle o da cıvıklaşıyor. Giysi dolabında; askıda duran kolsuz, krem renkli keten elbiseyi alıp üzerime geçiriyorum. Böylelikle gece boyu ara sıra uğramış olan karabasanın kollarının arasına bu kez kendi çabamla sokulmuş oluyorum.
   Saçlarımı kurutmaya hiç mi hiç niyetim yok.”-Deli miyim ayol?”, diyorum Yeşilçam filmlerinden fırlamış bir tonlamayla ve bu saçmalığı benden başka hiç kimsenin duymayacağının rahatlığıyla. Yine aynı dikenli yollardan geçerek mutfağa gidiyorum, uyanır uyanmaz dolabın alt kısmından alıp dondurucuya koymuş olduğum sodayı birkaç yudumdan ibaret bir hızla mideye indiriyorum. Dolapta, her zamanki gibi tek kişilik saklama kaplarında bir sonraki gün yenmek üzerine kaldırılmış; ancak günlerdir dokunulmamış yemek kalıntıları bulunuyor. Sağ arka köşeye sinmiş beyaz peynir kutusunu çıkarıyorum, ufak bir dilim kesip büyük kalıptan ayırarak kenara kaydırıyorum. Ekmek sepetinden aldığım, kurumaya yüz tutmuş somundan küçük bir parça koparıp, kestiğim peynir parçasını da içerisine tıkıştırarak üç lokmada bitiriveriyorum. Her şeyi ait olduğu yere kaldırmayıp mutfak tezgahında bırakarak banyoya yöneliyorum. Banyo halısı hala ıslak; duş başlığının kablosu ise mücadelesine devam ediyor. Önemsemiyorum ve ellerimi yıkayıp, dişlerimi ise fırçalamayarak, seksenlerden kalma ahşap kaplama hole geçiyorum.

  Vestiyerde asılı duran postacı model süet çantamı boynuma geçiriyorum. Metal çerçeveli güneş gözlüklerimi, burunluk kısmının saçlarıma takılacağını bile bile ancak bundan bihaber reflekslerime laf geçiremeyerek alnımdan yukarıya kaydırıyorum. Ayaklarımda gayri resmi birer sandalet, çelik kapıyı kapatıyorum. Üst; iki klik! , alt; üç klik! Üç beş adım geri gidiyorum. Salkım desenli ferforje kapı önü korkuluğu doğal görünümlü tüm yapaylığıyla, görgüsüzlük kavramının vücut bulmuş hali; onu da kilitliyorum. Sıradan bir iş gününe başlamak üzere, andan sonrasının bilinmezliğinin tüm hafifliğiyle merdiven basamaklarından inip, Ağustos sıcağına karışıyorum.

  İki yıllık kredi taksitinin ikinci ayında sağ arka çamurluğundan darbe alan aracım apartman girişinin hemen önünde, yol kenarında duruyor. Arkasında oluşan gölgenin gülünç serinliğine ise sokağımızın kirli beyaz, iri ama aptalca köpeği uzanmış; ağzı açık, dili asfalta yapışmış baygın baygın bana bakıyor. - “Hadi bakalım kendine başka bir gölgelik bul. Bak sana söz; akşam yemeğinde kocaman bir kaval kemiği..” Hiç oralı olmuyor. Elimle dürteyim, ayağımla dürteyim diyorum, sanki neremi uzatsam koparıverecek, yapamıyorum. Aman neyse, motor çalışınca kaçar nasılsa deyip sol ön kapıyı açıyorum. Aracımın bir evlat gibi bağrına basıp büyüttüğü sıcak hava, tüm şımarıklığıyla yüzümü tokatlıyor. Rahat bir nefes almak üzere camlarını açmadan da önce; yabancı kavramının en çok yakıştığı insan kaynaklı korkularımı yok etmek üzere kapıları kilitliyorum. Kontağı çevirir çevirmez bir önceki günün yoğun temposunu hafifletmekten çok zihnimdeki sesleri duymamak üzere açtığım müzik, kaldığı yerden son ses çalmaya başlıyor; “güneşte demlerim senin çayını/ yüreğimden süzer öyle veririm”. Dün akşam; istemeyerek kapattığım ve geride hafif bir uğultu ile yoğun bir duygu hali bırakarak susan müzik, sabah aynı heyecanı uyandırmıyor. Sesi kısıp, kayıtlı radyo kanallarından rastgele bir tanesini açıyorum.
   Şimdi Seğmenler'de dolaşmak var, ağaçların arasına karışmak, toprağını koklamak, çimlerine basmak, uzanmak, biraz kestirmek. Ben ise doğa ve uyku ile arama bir iki tane de büyükelçilik katıp Atatürk Bulvarında yokuş aşağı ilerliyorum. İki alt geçit, bir Kızılay, üç de trafik lambası geçtikten sonra karşıda; saat dokuz-on hizasında duruyor. Her gün, hep aynı yerinde, duyarsız insanoğlu gibi etrafında akıp geçen hayatlara aldırmadan hep aynı yöne dikmiş altı gözünü; kıpırdamadan duruyor. Üç geyikli günaydın heykeli her sabah işe gidenleri poposuyla selamlıyor. Ankara kadar tozlu, Ankara kadar cansız ve koyu; ve bir o kadar da Ankara olan heykel.
   Hastane otoparkında attığım üç tur sonrasında da yer bulamayınca iki sokak arkadaki okulun bahçesine giriyorum. “-Anahtarı üzerinde bırak abla” diyor; kafasında semt pazarından 5 liraya alınma turuncu kaset bulunan, görünen uzuvları jilet izleriyle kaplı, kara, kuru cüsseli ve birkaç hafta önce de neredeyse ezecek olduğum için arkamdan şiddetli bir küfür sallayan eleman. Dediği gibi yapıyorum. Geçmiş zamanda kalan küfürlere ve sandaletimin içerisine dolan kumlara aldırış etmeyerek oradan uzaklaşıyorum.